“Okuma karşılıklı düşünme eylemi, yazarla sohbettir. Hayatıma yön veren kitaplardır, okumadır. Ülke siyasetinde eksik olan sanat ve edebiyattır. Üslupta, bakış açısında, vizyonda belirleyici. Evlik bana çok iyi geldi. Nilden ruh ikizim gibi, enerji kaynağım…”
Toplum onu önce akademisyen, sonra siyasetçi kimliğiyle tanıdı. Toplumla tanışması gibi, siyasetle buluşması da çok hızlı oldu. Tabandan gelmemesine rağmen çok kısa sürede Cumhuriyetçi Türk Partisi gibi köklü bir partinin tüm geleneklerini bozarak zirveye tırmandı. Üstelik tüm bunlar ne soyadı, ne para, ne de geleneksel siyasi argümanlarla oldu. Peki ne oldu, nasıl oldu, üslubu/bilgisi/nezaketi/dürüstlüğüyle böyle bir siyasi figür nasıl oluştu!
Kendi ifadesiyle hayatına yön veren kitaplar ve okuma. Kendini inşa etti. Kitapları hobi değil, düşünme eylemi olarak gördü hep. Günde 12 saat çalışmasına rağmen hâlâ her gün okuyor. Günün rutini, işi. Üstelik mutlaka elinde cetvel ve kurşun kalemle. Cetvel koyarak satırları çiziyor, kurşun kalemle not alıyor, yazarla sohbet ediyor. Unutma ihtimaline karşılık eşi Nilden çantasında cetvel, kurşun kalem taşıyor.
Sadece kitaplara değil, kültür-sanata da meraklı Tufan Erhürman. Tiyatro, sinema, şiir, halk dansları, müzik… Öğretim üyesi olarak görev yaptığı yıllarda sinemayı hukuk derslerine dâhil eden ilk akademisyen. Sinemanın felsefesini. Filmleri hukuk eğitiminde araç olarak kullandı. Kültür-sanatı insanoğlunun gelişmesinde, toplumların şekillenmesinde vazgeçilmez sayanlardan. “Belki de bizim ülke siyasetinin en büyük eksikliği bu. Üsluba, düşünme tarzına, bakış açısına etkisi çok” diyor.
Belki bilinmeyen bir yanı, spora, futbola da meraklı. Çocukluğunun geçtiği Küçük Kaymaklı’nın adını taşıyan futbol takımını tutuyor hâlâ, çocuk ve yıldız takımında da oynamış zamanında. Zihni gibi efsane futbolculara tutkun. Türkiye takımlarından da Galatasaray taraftarı.
Ve iyi bir folklorcu. İlk, ortaokul, lise yıllarında Türkiye’nin çeşitli yöreleri yanında Kıbrıs halk danslarını da oynadı yıllarca. Türkiye’de 23 Nisan ekibiyle Kıbrıs halk danslarını oynayan ilk ekipte yer aldı. Hatta boy ve tarz avantajıyla ekip başı olarak.
Bizim yaklaşık 30 yıllık tanışıklık nedenimiz de folklor, halk oyunları. Üniversitenin hemen ardından bir grup arkadaşla birlikte kurduğumuz, hâlâ çalışmalarını etkin bir şekilde sürdüren Gençlik Merkezi Birliği’nin ilk elemanlarından Tufan Erhürman. 15-16 yaşlarında, derneğin daha ilk çalışmalarında tarzı, duruşu, liderlik vasıflarıyla tüm dernek yönetiminin ilgisini çekenlerden…
Çocukluğunun değil ama gençlik yıllarının, onun ardından tüm süreçlerin yakın tanığı olarak bu röportajı aslında Başbakanlık döneminde yapmak istemiştim. Her zamanki zarafetiyle hayır dememesine rağmen istekli davranmadı o dönem, yanıtsız bıraktı. Şimdi kendi ekibinden öneri gelince, gecikmiş bir buluşma oldu. Siyaset dışı, profil röportajıydı zaten istediğim her zamanki gibi. Sadece bu kez görüntülü bir röportaj olacaktı, ekibinin talebiyle. Tarzım olmamasına, daha önce görüntülü röportaj deneyimi yaşamamama rağmen bu fırsatı kaçıramazdım. Ve profesyonel bir çekim ekibiyle, onlar yokmuş gibi davranarak yaptık yaklaşık 4 saatlik röportajı.
Varoşta, sokakta geçti hayatı. Korumacılığın olmadığı bir hayat
Küçük Kaymaklı’da 1970’te doğdu, belediye evlerinde. Annesi Gülfidan Erhürman’ın da doğduğu, anneanne evinde. Varoş olarak nitelenebilecek bir bölge o yıllarda. Genellikle düşük gelirli ailelerin yaşadığı yerler. Onlar da düşük gelirli bir aile. Anne ev hanımı, baba Kemal makinist.
“Bu bölge o zamanlar tipik bir Kıbrıs mahallesiydi. Herkes tanıdık, amca, teyze. Alt gelir grubundan insanların yaşadığı bir bölge. Hayatımız hep sokakta geçerdi. Sokakta oynardık, kavga ederdik, dövüşürdük, bir birimizi kollardık. Dostluğun ve arkadaşlığın da, kavgaların da çok yaşandığı yerler sokaklar. Sokağın kanunları var. Dönemin bilindik hayatı. Böyle yaşamlar içinde korumacılık olmaz. Sokakta olma hali korumacılıktan uzaklaştırır. Futbol oynardık. Futbolla iç içe bir mahalle. Hayatın en önemli eylemiydi futbol. Hafta sonu maça gitmemek olmazdı. Hatta benim annem babamın rutin hafta sonu sosyal etkinlikleri, yemekleri vardı. Onlarla gitmek istemezdim hiç. Çünkü maçları kaçıramazdım. Mahallede makinistler, doğrultmacılar da vardı. Bu mesleklerin türevi ralliciler vardı. Zafer Altıntaş, Haşmet… ‘Böyle giderse ya futbolcu, ya rallici olacaksın’ derdi annem.”
Çocukluğunun geçtiği bu mahalleden ayrılmak zor geldi. 12 yaşındayken taşındılar, Kermiya bölgesinde kiraya çıktılar. Sonra aynı bölgede Öğretmen Evleri.
“Taşındığımızda ilkokul son sınıfın ortalarındaydım. Çok zor geldi, çünkü hayatım o mahalleden ibaretti. Okulumu da değiştirmek istedi ailem, karşı çıktım. O yolu gidip gelmeye devam ettim ve ilkokulu Küçük Kaymaklı İlkokulu’nda tamamladım.”
Anneanne hayatın odağında en güçlü figür
Güçlü figürler var hayatında. Anne, baba, teyze, dayı. Ama galiba en fazla da anneanne. Her adı geçtiğinde gözleri yaşararak anlattığı nene, yaklaşık 10 yıl önce hayatını kaybeden Leman Naim.
“Çok güçlü, sevgi dolu, çok fedakâr ve cesur bir Kıbrıs kadını. Annem 1950’de daha birkaç aylıkken babasını kaybetti. Anneannem, annem dâhil en büyüğü 4 yaşında 3 çocukla dul kaldı. Para yok, imkân yok. Yalnız, çalışmayan bir kadın. Pes etmedi, çocuklarına bakabilmek için hastabakıcılık eğitimine gitti. Bir de motosiklet satın aldı. Atalasa’da hastabakıcılık işi buldu, motosikletle gidip geldi. Sonradan araba da aldı, volkswagen. Sanırım mahalleye gelen ilk arabalardan biriydi. 80 yaşına kadar kullandı o arabayı. Küçücük bir kadındı, direksiyonun ardından kafasını görmekte zorlanırdınız. O küçücük cüssesiyle inanılmaz işler başardı, üstelik herkese yaydığı enerjiyle. Hem çocuklarına, hem bize, torunlarına baktı. 1995’te yazdığım ilk kitabım, Ombudsman ile ilgiliydi. Teknik bir kitap. Ona da hediye ettim. Her gün kitaptaki ayracın birkaç sayfa ilerlediğini fark ederdim. 70’li yaşlardaydı o zaman, konuyla ilgisi yoktu ama ben yazdım diye okurdu sayfacık sayfacık…”
Heycan gelirken akasya ağacına tırmandı
Tek kardeşi Heycan da özel bir yere sahip hayatında, hatta onun çocukları. Heycan’ın doğumunu hatırlar.
“7 yaşındaydım. Kardeşim olacağı için mutluydum. Kıskançlığı bilmediğimiz zamanlar, yaşlar. Okuldan gelirken, her zaman garajda olan volkswgen’in kapının önünde durduğunu görünce anladım. Heyecanlandım, sevinçten ne yapacağımı bilemedim. Bahçedeki akasya ağacına tırmanmışım. Anlamsız bir hareket ama ne yapacağımı bilemedim. Sonra anneannem aldı beni, arabayla kliniğe götürdü. Heycan doğmuştu, ilk orda gördüm.”
Şimdilerde Lefke Avrupa Üniversitesi’nde akademisyen olan Heycan Erhürman Uğur ile yakınlıkları kan bağının, teknik kardeşliğin ötesinde. Yeğenleri Rüzgar Tufan ve Nisan Ada ise hayatının odağında.
Tolstoy, Dostoyevski kitaplarını okuyup anlatan bir anne… Camus hediye eden bir öğretmen
Hayatını yönlendiren, şekillendiren okuma alışkanlığı da aynı yıllara, çocukluğuna kadar dayanıyor. Ana aktör anne ve sonra da öğretmenler.
“Sokak hayatıyla çok bağlantılı görünmese de okuma alışkanlığım çocukluğuma dayanır. İkisi tezat gibi ama değil. Öncelikle annemle ilintili okuma alışkanlığım. Çok okurdu ve okuduklarını benle paylaşırdı. Oku demedi hiç ama anlatırdı okuduklarını. 10-12 yaşlarımdayken Tolstoy’un, Dostoyevski’nin romanlarını okuyup anlatırdı. O sohbetler farkında olmadan çok belirleyici oldu. Sanırım zihinsel maceramla sokaktaki maceram kesişti. Hiç de planlı eylemler değildi, yaşamın akışı içinde oldu her şey.”
Öğretmeni de Albert Camus’un ünlü Yabancı romanını hediye etmiş, daha 12 yaşındaki Tufan’a.
“Melek Bozkurt ilkokul birde, eşi Hasan Bozkurt ilkokul sonda öğretmenimdi. Hasan Hoca okuma alışkanlığımda çok etkili oldu. Kitap hediye ederdi. Hâlâ kütüphanemde duran Albert Camus’un Yabancı adlı ünlü romanını bana 12 yaşımda hediye etti. O yaşa göre bir kitap değildi elbet, sanırım beni okuma ve anlamaya teşvik etme amaçlıydı. Bir öğretmen beni Camus’la tanıştırdı. O kitabı sonradan iki defa daha okudum ama o ilk unutulmazdı. İnanılmaz izler, anılar. Çok etkileri oldu öğretmenlerin, özellikle ilkokul öğretmenlerinin, çünkü onlar da okurlardı… O öğretmenleri üniversitelere hoca olarak koyun, öğrencilerin onlardan öğrenecekleri çok şey olur.”
Aytaç Çağın da halk oyunlarına yönlendirdi
İlkokulda müzik öğretmenlerinden, ünlü Keman Ustası Aytaç Çağın da halk oyunlarına yönlendirmesiyle iz bıraktı hayatında Tufan Erhürman’ın.
“ilkokul 4’ten itibaren halk danslarıyla tanışmamızı Aytaç Hoca’ya borçluyuz. Antep, Silifke, Kars oyunlarıyla başladık. O yıllarda daha Kıbrıs oyunları yoktu. İlkokul sonda oynamaya başladık Kıbrıs oyunlarını. Hatta 23 Nisan dolayısıyla Ankara’da ilk kez Kıbrıs oyunlarını oynayan ekipte de Aytaç Hoca sayesinde yer aldım. Boy avantajıyla ekip başı olarak katıldım bu ilk yurt dışı gösterisine.”
Küçük Kaymaklı İlkokulu’ndan çıkarak, özel ders almadan, sınavla öğrenci alan Türk Maarif Koleji’ne girişini de öğretmenlerin gönüllü çabasına bağlıyor.
“İlkokul son sınıftaki öğretmenim Hasan Bozkurt bize gönüllü özel ders verdi koleje hazırlık için. Paralı derse gidecek imkânımız yoktu zaten. Türk Maarif Koleji’ne bu şartlarda girdim. Bizim alışık olmadığımız farklı bir ortam vardı orda. Daha üst gelir seviyesinde olanların ağırlıkla gittiği bir okuldu. Başlangıçta bocaladım, zorlandım. Yavaş yavaş alıştım. Ama orda okurken de genelde kendi ayaklarım üzerinde durdum, aile koruyuculuğu yoktu. Öyle bir imkânı da yoktu zaten ailemin. Geriye dönüp bakınca iyi oldu galiba, özgür bir çocukluk ve gençlik çağı yaşadık. O gün için imkânsızlık olarak görülenlerin, sonradan şansa, avantaja dönüştüğünü anladım.”
Baba yanında çıraklık yaptı. Belki esnafa hassasiyetin kaynağı…
Galiba her şey hayat dersi, bir yerde, hayatın bir noktasında işe yarıyor…
“Aynen öyle. Her bir şey yıllar geçtikçe şekillendiriyor. Örneğin babam makinistti, esnaftı. Ustalık ilişkileri vardı o zaman. Maestro derlerdi bir birlerine. Babamın dükkânında çıraklık yaptım yıllarca tatillerde. El becerilerim öyle aman aman çok gelişmedi belki ama o ortamı yaşadım. O ilişkilerin, o alın terinin tanıklığını yaptım. Ustalığın, zanaatkârlığın önemli, saygın olduğu zamanlardı. Sonradan hakir görülmeye başlandı. Ama şimdi bir geriye dönüş var gibi ve bu da benim için çok önemli. Siyasete girince zanaatkâra, esnafa bakış açımın şekillenmesinde etkili oldu o tecrübe.
Lise yıllarımda da Gençlik Merkezi okul oldu benim için. Halk oyunlarına zaten ilgiliydim, sizler Gençlik Merkezi’ni kurunca oraya geldim. Sizlerin, oradaki ekibin bilgisi, deneyimi, Türkiye’de yaşadıkları bana sosyal ve siyasi hayatla ilgili deneyim oldu. Bunu yıllar sonra fark ettim. Ayrıca dernekte küçükler ekibinin çalıştırıcılığını yapmak da bana sonradan büyük katkı sağladı. Farkında olmadan hocalığın, öğretmenliğin ilk deneyimini yaptık aslında.
Veya çocukluğumun mahallesi, sokak, spor, futbol… Sonraları siyasette, başbakanlık dönemimde ve bugün muhalefette spora bakışıma, sporun dışa açılması gerektiğine dair yaklaşımlarıma etkili oldu. Pırıl pırıl yetenekler var. O gün de vardı, bugün de var. Ama ülke sınırlarını aşamıyorlar. Bu benim hassas olduğum konulardan. Sol siyasette, solcularda genellikle sporu önemsememe gibi bir yaklaşım hâkim, ben bu görüşe hiç katılmam.”
Farklı tecrübeleri de kendini şekillendirme ve tanımada avantaja dönüştürmüş belli ki Tufan Erhürman.
“Başbakanlık dönemim 15 ay sürdü. Kısa bir süre. Ama bana çok önemli deneyim kazandırdı. KKTC devletini içerden tanıma şansı verdi. Aynı dönemde yaşadığımız döviz krizi ekonomiyi bilmem gerektiğini öğretti. Rakamları öğrendim. En önemlisi, kendi ayaklarımız üzerinde durabileceğimize zaten felsefe olarak inanıyordum, bunun uygulanabileceğini de bu dönemde deneyimledim. Bu süreç, bugünkü muhalefet anlayışımın şekillenmesine neden oldu. Yaşanan tecrübeler, akıl ne kadar iyi çalışırsa çalışsın, vicdanın devrede olması gerektiğini öğretti. Şimdi ana muhalefet partisinin başkanıyım, vicdanlı davranmaya özen gösteriyorum, tüm eleştiri ve itirazlara rağmen. Bana, bize, benim başbakanlık yaptığım hükümete vicdanlı davranmayanlara dahi vicdanlı davranmaya çalışıyorum. Bana yapılanı yapmayı hiç doğru bulmadım.”
Ne Mevlâna, ne strateji. İnsan kendini inşa edebilir, evrilerek öğrenebilir
Bu kadar hoşgörülü, sabırlı olmak için ne yapıyor, nasıl başarıyor…
“Eskiden, mesela lise yıllarımda sivrilikleri, köşeleri olan, sinirli bir insandım. Öğrendim, öğreniyorum, kendimi inşa ediyorum. İnsan kendini inşa eder. 50 yaşındayım, hâlâ öğreniyorum. Evrilerek, öğrenerek geldim bu noktaya. Hoşgörü, anlayış seviyem çok yükseldi. Sadece yaşadıklarımın değil, okuduklarımın da etkisiyle inşa etim kendimi.”
İnsana dair hoşgörüsünün gelişiminde de adres kitaplar.
“En çok romana düşkünüm. Çünkü roman sizi kesin doğru ve kesin yanlış olmayan bir alanda yaşatır. Aynı insanın hem iyi, hem kötü olabildiğini görürsünüz. İyinin ve kötünün ortasındaki alana taşıyor sizi. Bu da siyasette vizyon genişliği gibi bir avantaj sağlıyor. Cepheleşmelerden, çatışmalardan uzak tutuyor. En fazla Tolstoy’un kitaplarını severim, ama en etkileyici olan Dostoyevski. Çünkü her zaman hata yapan karakterler var. Ansızdan birini öldürür! Olmayan yerde olmayacak hata yapar. Okudukça anlamanız gelişir, zamanla öğreniyorsunuz ki anlamak ile kabul etmek arasındaki fark önemli. Kabul edemeyeceğiniz bir şey de olsa yapılanın neden yapıldığını anlamak için uğraşmak gerekiyor. Anlayınca, insan bu diyorsunuz. Bunu yapabilir, daha neler neler yapabilir ama bu benle değil, onunla ilgili. Ben olsam asla yapmam, kabul de etmem ama anlayabilirim ve kendi üzerime almam o yapılanı. Onu yapan kişinin dünyasıyla ilgili diye yorumlarım.”
Kucaklama, kucaklaşma, dokunarak sevme anneanne mirası
Kucaklaması, kollarını açarak kucaklaşması da simge oldu. Strateji mi, içten mi, neden kucaklıyor herkesi…
“Ben insan ilişkilerinde strateji adamı değilim. Stratejik olarak planlayarak yapamam. Gözle teması ve içimden geldiği gibi davranmayı severim. Kucaklama, kucaklaşma, dokunarak sevme bana anneannemin mirası. Annem de öyle. Onlardan bana geçti. Sevgimizi dokunarak gösteririz. Her gün sarılarak buluşur, sarılarak ayrılırdık ailede. Karşımdakinin kim olduğu, ne olduğu, tarafı, pozisyonu ne olursa olsun fark etmez, severim insanları. Duygu geçişi bu. Otomatik, kendiliğinden hareketler. Samimi olup olmadığını da herkes fark eder zaten. Ben de fark ederim.”
Okuma hobi değil, iş. Cetvelle, kalemle, not alarak okur
Ben Tufan Erhürman’ı hep kitabevlerinde veya elinde kitapla anımsarım. Hatta Başbakanlık dönemine kadar elinde kitapla bir cafe’de çok gördüm. Okuma hobisi mi?
“Hobi değil, iş. Beni ben yapan. Hayatıma yön veren kitaplardır, okumadır. Akademisyenliğe, kitaplar yazmaya, politikaya yönlendirdi beni. Boş zaman eylemi değil. Hiç zaman yoksa bile yarım saat mutlaka okurum. Eve gece 12’de de gitsem okurum. En fazla kendi kendime kaldığım, düşünebildiğim zaman.”
Çok okuyanların hayattan koptukları söylenir…
“Nasıl okuduğunuzla ilintili. Pasif bir süreç değil okuma. Okuma, akıllı bir insanın aklıyla kendi aklınızı kardeş kılmaktır. Karşılıklı düşünme eylemidir. Ben kitapları çizerek, not alarak okurum. Yanımda kurşun kalem ve cetvel taşırım. Hafta sonu denize giderken ben unutabilirim diye Nilden çantasına cetvel, kalem atar. İlle cetvelle çizerim, öyle bir takıntım var. Gelişigüzel çizemem satırları. Yanına da not alırım. Aklıma geleni yazarım. Adeta yazarla sohbet ederim.”
Toplumla hızlı tanıştı, siyasetle hızlı buluştu
Bu profil siyasetle, siyasi kültürle pek denk düşmüyor. Siyasete atılma, belki ondan önce toplumla tanışma sürecini konuşmak gerekti.
Lisenin, TMK’dan mezuniyetin ardından 1988’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Master, doktora derken 13 yıl kesintisiz Ankara’da kaldı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi yanında, Hacettepe ve ODTÜ’de dersler verdi. İnsan hakları eğitimiyle ilgili çalışmalar yaptı. Orada ilkokullarda okutulan insan haklarıyla ilgili kitapların yazarları arasında yer aldı.
Ankara, mesleki kariyer yanında, kültür sanat faaliyetlerine de imkân sağladı.
“Kendimi inşa etmeye yoğunlaştığım yıllar. İlk kez opera, bale izledim Ankara’da. Üniversite sadece diploma, sadece kariyer değil. İnsanı biçimlendiren süreçler. Bu anlamda Ankara’nın, orada bulunduğum uzun sürecin bana katkısı çok oldu.”
Adaya 2001’de dönünce DAÜ’de akademisyen olarak çalışmaya başladı. Ve hızla hayatın içine daldı. Çünkü 2002’de Kıbrıs’ta milat olarak nitelenen Annan Planı gündeme girdi. Çok hareketli, tüm toplumun ayakta olduğu dönem. İşte bu dönemde hukukçu kimliğiyle ön plana çıktı Tufan Erhürman. Yazılar, demeçlerle. Annan Planı’yla ilgili çalışmalara yoğunlaşınca, Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Ergün Olgun’un davetiyle dönemin Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakere heyetine katkı yaptı. 2005’te cumhurbaşkanlığına CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat’ın seçilmesiyle onun ekibinde yer aldı. DAÜ’de akademisyenliğe de devam etti.
“Çok hızlı, çok hareketli, çok enerjik bir dönemdi. Toplumsal tansiyon çok yüksekti. Bu dönem Kıbrıs’ı yeniden tanıma dönemi oldu benim için.”
Bu dönemde kültür-sanat konularında, sol düşünceyle ilgili yazılar da yazdı. Düşünce yazıları. Uzun süre Yenidüzen kültür sanat dergisinde yazdı. Aynı süreçte bir grup akademisyen ve kültür insanıyla Gaile dergisini çıkardı. O dönem fenomen haline gelen vazgeçilmez dergi.
Art arda kitapları da çıktı. Romanlar, denemeler, başka yazarlarla ortak kitaplar. Toplamda 20’ye yaklaştı.
Kültür sanat siyasetin en büyük eksikliği… Kökenden kopmadan mahkûm olma
Hem hukuk konuları, hem kültür sanat, hem Kıbrıs sorunu. Tümü aynı dönemde yoğunlaştı. Birbiriyle bağlantısız gibi…
“Değil aslında. Tümü birbiriyle ilintili. Ve şimdi daha iyi anlıyorum. 50 yaşındayım, uzun sayılmayabilir ama birçok tecrübe yaşadım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim artık. Muhtemelen ülke siyasetinde eksik taraf, sanat ve edebiyattır. Üsluba, düşünme tarzına, bakış açısına etkisi çok. Bir biriyle çok ilintili.”
Bu biraz toplumsal kültürle alâkalı değil mi?
“Evet ama ben de aynı kültürden geldim. İnsan kendini inşa edebilir. Kökenden kopmadan kökene mahkûm olmayabilirsiniz. Nasıl bir insan olmak istediğinize karar verebilirsiniz. Edebiyat ve sanat, mantığın gelişmesine de katkı sağlar. Ve salt mantığa sığsa yetecek kararlar var. Pandemi dönemi örneğin. Bilimin yol göstericiliği evet ama bazı kararlar, hatta çoğu mantık gerektirir. Düşünebilme, muhakeme, analitik yaklaşma. Tüm bunlarda ufuk açıcı katkısı vardır.”
Gel elini taşın altına koy dediler, siyasete girdi, hızla tırmandı
Siyasete girişi, milletvekilliği teklifi de bu hızlı dönemin ardından oldu…
“CTP Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu, ‘bu kadar yazıyorsun, eleştiriyorsun, hade gel de yap’ diyerek milletvekilliği teklif eti. Siyasete mesafeliydim, yapacak çok işim vardı. Yapmak istediğim işlere engel olacaktı ama söylenen doğruydu. Bu kadar fikrin varsa gel de uygula. Kabul ettim ve kontenjandan aday oldum.
2013’te kontenjandan milletvekili oldu. Ve arkası geldi. Kısa sürede genel sekreter, başkan, başbakan. Partiye girişi, ciddi bir yeniden yapılanma süreciyle birlikte yaşandı. Eski kadrolar gitti, yeniler geldi…
Örgüt içinden gelmeyen ilk başkan Tufan Erhürman. CTP’nin geleneksel yapısıyla ters. Geçmişle kopukluk olmadı mı?
“Partinin içinde zaten sıkıntılar, ayrışmalar vardı. Herhangi bir kanattan, gruptan olmamam, herkese eşit mesafede durmam avantaj oldu bence. Çoğu tanıdığım, bildiğim, hepsi saygı duyduğum insanlar. Abilerim, ablalarım. Taraf olacak bir geçmişim ve anlayışım yoktu. Onun ötesinde partinin kurulduğu 1970’ten itibaren bedel ödeyen, özveri gösteren insanlardan oluşuyor CTP. Yanlış bile yapsalar yürüdükleri yol, verdikleri emek, onlara saygı duymam ve kucaklamam için yeterli. 6-7 yaşlarındayken mitinglerde izlediğim, her tür bedeli ödeyen insanlarla ilgili yargılayıcı olamam. Kopan, giden, gelen, mesafeli duran insanlar var. Ama bir gram emeği olan herkesin başımın üstünde yeri oldu hep…”
Sonay Adem’i, anneanneyi, sel mağdurlarını gözyaşlarıyla anımsadı
Tam da CTP’deki gelişmeleri anlatırken, partiden istifasının ardından hayatını kaybeden eski milletvekili, bakan Sonay Adem’den söz açılınca, gözyaşlarını tutamadı Tufan Erhürman. Anneannesinden ve selde hayatını kaybeden 4 gençten bahsederken de ağladı. Bilmediğim, bugüne kadar tanık olmadığım bir yönü. Çok duygusal demek ki.
“Göründüğümden fazla duygusalım. Duygulardan hareketle karar aldığım da çok oldu. Başbakanlık döneminde de oldu. Yanlış da bulmam bunu. Akılla birlikte yürek de devrede olmalı, aklımın yanında. Ama bu sadece duygularla karar vermek veya popülizm değil. Karar verme mekanizmalarını duygular üzerinden yönlendirmek popülizmdir ve bu benim en tehlikeli bulduklarımdan. İnsanların duygularını manipüle etme üzerinden siyaset tehlikeli.”
Sanki 40 yıldır birlikte
Yaklaşık 5 yıl önce evlendiği hayat arkadaşı, eşi, Çevre Mühendisi Nilden Bektaş’ı ise gözleri parlayarak anlattı.
“Benim milletvekili, onun Çevre Mühendisleri Odası Başkanı olarak çevreyle ilgili konularda birlikte çalışırken tanıştık. Çıkmaya başladık, evlendik. Aile, yaşadığım çevre, öğretmenlerim gibi çok şansım oldu ama galiba en büyük şansım Nilden. Geç buldum onu, ama bana çok iyi geldi. Eksik yönlerimi tamamladı, enerjisiyle besledi. Ruh ikizim gibi. Sanki 40 yıldır birlikteyiz.”
Parti çalışmalarında, sosyal etkinliklerde de eşinin hep yanında olmasından memnun Tufan Erhürman. “Görüşemediğimiz zamanları telafi ediyoruz” diyor. Olağanüstü durumlar hariç pazar günleri onlara ait. “Haftanın 6 günü parti, parti etkinlikleri. Ama pazar bize, ikimize ait. Deniz kenarında balık yeriz, kitap okuruz. En besleyici ve dinlendirici zaman…”